III. HALK EDEBİYATI
Köprülü’ye göre Türk şiirinin kökeni, dini törenlerde aranmalıdır. Dini törenlerin uygulayıcısı konumundaki “şaman”, “oyun”, “kam”, “baksı” ve “ozan”lar, sihirbazlık, rakkaslık, müzisyenlik ve hekimlik vasıflarını da bünyelerinde toplayarak toplum içinde saygın bir konuma yükselmişlerdir. Adı geçen bu tipler, toplum hayatında “semâdaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün rûhunu yerin dibine göndermek, fenalık, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastaları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semâya yollamak, hatıralarını yaşatmak” gibi görevlerin her birini yerine getirebilmek için törenler düzenlemişlerdir. Kamların veya baksıların kendilerinden geçer bir halde ve aynı zamanda müzik eşliğinde okudukları şiirler, Türk halk şiirinin ilk örnekleri olarak kabul edilmektedir. Şiirler işledikleri konuya göre güzelleme, koçaklama, ağıt ve taşlama, ilahi gibi adlar almışlardır.
*Türk halk şiirinin nazım birimi, gelenek temsilcilerinin hane dediği dörtlüktür.
*Türk Halk şiirinde en fazla kullanılan ölçü, “tartı” olarak da bilinen hece ölçüsüdür. Hecenin 7, 8 ve 11’li kalıpları çok daha yaygın bir şekilde kullanılmıştır.
*Halk şiirinde kullanılan bir diğer ölçü aruz ölçüsüdür. Âşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Gevheri, Dertli ve Bayburtlu Zihni gibi halk şairleri; “divan”, “selîs”, “kalenderî”, “satranç” ve “vezn-i âher” gibi aruzlu türleri oluşturmuşlar.
*Günümüzde halk şiiri örneklerinde kafiye sondadır, ancak özellikle eski Türk şiiri döneminde mısra sonlarının yanı sıra mısra başı kafiyesi de kullanılmıştır. “Altay aliterasyonu” adının da verildiği bu kafiye türüne aşağıdaki metinde görüldüğü gibi Dîvânü Lûgati’t-Türk’te de rastlanmıştır:
“Kıkrıp atıg kemşelim / Kalkan süngün çomşalım
Kaynap yana yumşalım / Katgı yagı yuwılsun.”
*Halk şairleri şiirlerini irticalen söylemişlerdir.
*Halk şiirinde kafiye genellikle tek ses benzerliğine dayalıdır.
*Özellikle Âşık şiirindeki güzelleme, varsağı ve destan adı verilen pek çok türde doğanın güzellikleri ve ona duyulan özlem dile getirilmiştir.
*Halk şiirindeki doğa, klasik edebiyata göre çok daha canlı ve somut bir özellik gösterir.
*Türk halk şiirinde kullanılan dil, halkın anlayabileceği yalın bir dildir.


*Türk halk şiirinde, deyimlere ve atasözlerine sıkça yer verilir.
*Halk şiirinde benzetme başta olmak üzere, yineleme, telmih, istiare ve nida gibi anlam ve söz sanatları da kullanılır. Şiirde sanatlı söyleyişlere sık sık başvurulması durumu, halk şairlerinde de vardır.
*Halk şairleri, gelenekten aldıkları kurallara bağlı olarak hitap ettikleri kitlenin kültür seviyesini de dikkate alarak bir üslup geliştirmişlerdir.
*İlk halk şiiri örnekleri Uygur dönemine aittir.
*Halk şiirinde kafiye (uyak) yerine “ayak” tabiri kullanılır. Âşıklar arasındaki şiir karşılaşmalarında ve atışmalarda “ayak açmak”, “ayak uydurmak”, “dar ayak” ve “kapanık ayak” gibi çok sayıda terim ortaya çıkmıştır.
*Halk şiirinin sese dayalı bir kafiye anlayışı vardır. Halk şiirinde, kelimelerin yapısal özelliklerine göre değil, fonetik değerlerine göre kafiye yapılır.
*Halk şiirinin geniş bir konu dağarcığı vardır. Başta kahramanlık, aşk, gurbet, ayrılık, ölüm, din, tasavvuf ve toplumsal olaylar olmak üzere hemen her konu halk şiirinde kullanılmıştır.
A. ANONİM HALK EDEBİYATI
ŞİİR
Anonim halk şiiri kapsamına giren şiirlerin kim tarafından söylendiği belli değildir. Diğer bir ifadeyle bu şiirlerde mahlas yoktur. Anonim Halk şiiri örnekleri, geniş halk kitlelerince kullanılan ve aktarılan şiirlerdir. Halkın duygu ve düşüncelerini anlatan bu şiirler, zamanla halkın ortak malı haline gelmiştir. Bu yüzden halk, şiirin kim tarafından söylendiğini değil, şiirin kendisini daha fazla önemsemiştir. Anonim halk şiirinin tür ve şekilleri, “mani”, türkü”, “ağıt”, “ninni”, “tekerleme” ve “bilmece”den oluşmaktadır.
MANİ
Mani genellikle 7 heceden oluşan dört dizelik bir türdür, anlamın ağırlığı üçüncü ve dördüncü dizelerdedir. İlk iki dize ise hazırlık dizeleridir. Maniciler, maninin kafiye ve redif bölümüne ayak adını verirler. Maniler; “manici, mani yakıcı, mani düzücü, mani atıcı “adı verilen kişiler tarafından doğmaca olarak özel bir ezgiyle söylenir. kafiye dizilişi aaxa'dır.
Düz Mani: Yedişer heceli dört dizeden oluşur. Kafiyeleri çokluk cinassızdır.
Kesik mani: Birinci dizesi 7 heceden az, anlamlı ya da anlamsız bir sözcük grubu olan maniler. Bu kesik dize sadece kafiyeyi hazırlar. Eğer meydan ve kahvehanelerde söylenen ve ilk dizeleri "aman aman" ünlemi ile doldurulan manilerse bunlara İstanbul manileri denir.
Güldüğümü
Vardım yârin bağına
Çözülmüş gül düğümü
Felek bir sille vurdu
Şaşırdım bildüğümü
Ey felek çok mu gördün
Bir kere güldüğümü
Hakk'a geceydi niyaz
Dilerdim öldüğümü
Cinaslı mani: Kesik manilerde eğer kafiye cinaslı ise bunlara cinaslı mani denir.
Yedekli (artık) mani: Düz maninin sonuna aynı kafiyede iki dize daha eklenerek söylenen maniler. Cinaslı kafiye kullanılmaz, birinci dizeleri anlamlıdır. Yedekli maniye artık mani de denir.
Ne viran çeşme imiş 
Su içecek tası yok 
Yıkıldı viran gönlüm 
Yapacak ustası yok 
Şu vefasız dünyanın 
Ucu var ortası yok
Deyiş: İki kişinin karşılıklı söylediği manilerdir. Soru yanıt şeklinde düzenlenir. Bir başka kişinin ağzındanmış gibi aktarıldığı şekilleri de vardır.
TÜRKÜ
*Ezgilerle ve genellikle hece ölçüsünün 7’li, 8’li ve 11’li kalıplarıyla söylenen nazım biçimidir.
*Ezgilerine göre bozlak, kayabaşı, oturak, türkmani gibi adlar alır.
*Düzenleyicisi bilinmez ancak söyleyeni belli olna maniler de vardır.
*Yapı bakımından iki bölümden oluşur. Asıl sözlerin söylendiği bölüme bent, her bendin sonunda yinelenen bölme kavuştak/nakarat denir. Her türküde kavuştak bulunmayabilir.
*Türkülerde daha çok aşk, doğa, kahramanlık, toplumsal olaylar vb. işlenir. Konuların göre ağıt, ninni, doğa türküleri, iş türküleri, askerlik türküleri, oyun türküleri gibi türleri vardır.
Ağıt ve ninni bağımsız tür değil, türkü nazım biçiminin türleridir.
HALK HİKAYELERİ
Halk hikayesi Türk sözlü edebiyat geleneğinde 16.yy.dan itibaren görülmeye başlamıştır. Genellikle aşıklar tarafından nazım-nesir karışık olarak dinleyiciyle yüz yüze iletişim ortamında icra edilir. Kısa hikayelere kıssa denir.
*Olayların gerçeğe uygun olması, kahramanlıktan çok aşk macerasına yer vermeleri gibi özelliklerle epik destanlardan ayrılırlar.
*Bağlama, kopuz, dombıra vb. eşliğinde icra edilirler.
*Dede Korkut Hikayeleri bu türün en eski örneklerinden sayılır.
*Epik destanlara göre olağanüstülükler azdır ve daha millidir.
*Ağırlıklı olarak erkek erkeğe ortamlarda anlatılırlar. Kadın edilgen yapıdadır. Bu yüzden erkek egemen yapıyı yansıtırlar.
*En önemli mekanlardan biri aşk kahvehaneleridir.
Destanlarda dışa dönük mücadeleler anlatılıp Alp tipi öne çıkarken Halk Hikayelerinde içe dönük konular(toplumsallık, kölelik, fakirlik…) yer alır ve Aşık tipi ortaya çıkar.
*Rüyada aşık olma, bade içerek aşık olma vb. aşık olma çeşitleri vardır.
*Halk hikayeleri sanılanın aksine kuru kuruya okunan hikayeler değil, aşıklar tarafından geleneksel olarak dinleyiciler karşısında “taeatral” biçimde icra edilen hikayelerdir.
*Badeli aşıklardan yalnızca Aşık Garip vuslata ermiştir.
*Arzu ile Kanber, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Aşık Kerem, Aşık Garip, Derdiyok ile Zülfikar, Köroğlu… başlıca halk hikayelerindendir.
MASALLAR
Masal sözü dilimize Arapça “mesel” sözcüğünden geçmiştir. Tanım olarak masal, olayların geçtiği yer ve zamanı belli olmayan; peri cin, dev gibi kahramanlar içeren hikayelerdir.
Destan, efsane ve mitler kurmaca değil, gerçek konu üzerinden gittikleri için inandırıcılıkları yüksektir. Masal ise kurgudan ibaret olduğundan inandırıcılıktan yoksundur.
İyiler hep iyi, kötülerse hep kötüdür.
Masallar evrenseldir ve formel tekerlemeler vardır.
Önemli bir nokta ise destanların din dışına çıkarak mit ve efsanelerle bağını koparmasıdır.
Halk hikayelerinin tersine masalı daha çok kadınlar anlatır. Masal anası, ninesi vardır.
Anti Aarne ve Stith Thompson’ın masal sınıfladırması ise önemlidir:
1. Hayvan masalları, 2. Asıl(olağanüstü) masallar,
3. Güldürücü masallar, 4. Zincirlemeli masallar
Türk masalları üzerine ilk araştırmayı Radloff yapmıştır. Bilimsel açıdan ilk derleyen ise Macar Türkolog I. Kunoş’tur.

Türk masallarında Keloğlan iyi tipi; Köse ise kötü tipi yansıtır.
B. AŞIK EDEBİYATI
* Aşk şiirinin belirli söyleyicileri ve yazarları vardır. Bunlara ozan, âşık, saz şairi, halk şairi, kalem şairi ve kalem şuarası gibi adlar verilir. Yaratıcıları usta-çırak ilişkisiyle yetişen gezginci aşıklardır.
*Aşık şiirinin kökeni, M.Ö. III. yüzyıla dayanmaktaysa da Anadolu âşık şiirinin altı yüzyıllık bir geçmişi vardır.
* Aşık şiirinin dinleyici kesimi halktır. Toplumun büyük bir kesimi âşıkların söyledikleri şiirleri sevmiş ve onlara yüzyıllar boyunca saygı göstermiştir.
* Aşık şiiri hece ölçüsüyle söylenmiştir. Millî ölçümüz olan hece ölçüsü, ozan baksı edebiyatıyla kullanılmaya başlar ve bu kullanım XVI. yüzyıla kadar devam eder. Bu yüzyıldan itibaren âşıklar, divan edebiyatı ve divan şairlerinin itibar görmesinden dolayı hecenin yanı sıra aruz vezniyle de şiirler söylemeye başlamışlardır.
* Aşık şiirinde birim dörtlüktür; bununla beraber az da olsa ikiliklere ve farklı sayıdaki mısralardan oluşan bentlere de rastlanmaktadır.
* Aşık şiirinin dili, içinde yaşanılan toplumun dilidir. Dil, duru olup zaman zaman ait olduğu yörenin ağız özelliklerini de yansıtmaktadır. Şiirlerin kelime
dünyası oldukça geniştir. Bazen iki değişik koşmanın kelime kadrosu, ayak seslerinin dışında benzerlik göstermektedir. Dile hâkim olan âşık, atasözü ve deyimlerden yararlanmıştır. Tasvirler ve söz sanatları yapmacıklıktan uzaktır.
* Aşık şiirinin konusu halkın hayatıdır. Bu sebepten âşık şiirinde yaşanılan coğrafya, mensubu olunan halk ve onun sorunları dörtlüklerde anlatılmıştır.
* Mahlas kullanımı(tapşırma), önemli bir unsurdur. Mahlas bir ölçüde şiirin tapusudur. Zaman zaman şiirin mahlas dörtlüğü veya söyleyenin adı kaybolduğu için parça anonimleşmiştir.
*Aşık şiiri bir saz eşliğinde söylenmiştir. Bununla beraber zaman zaman müzik aletinin kullanılmadığını da görüyoruz. Nitekim kalem şairleri şiirleri sazsız olarak söylemektedirler. Müzik aleti ozan-baksı edebiyatı döneminde kopuz iken ozanın âşık olmasıyla birlikte yerini bağlamaya bırakmıştır.
* Aşık şiirinin belki de en önemli özelliği, şiirlerin hazırlıksız olarak (doğaçlama) söylenmesidir. Bu sebepten bazı şiirlerin ahenk unsurlarının tam olmadığı gözden kaçmamaktadır.
*Aşık şiiri temsilcileri sadece saz çalıp şiir söylememiştir. Aynı zamanda düğünlere ve kahvelere giderek, halka eski meddahların icra ettikleri kısa ve uzun hikâyeleri anlatarak onları eğlendirmişlerdir.
Cönkler: Genellikle dikey olarak aşağıdan yukarıya doğru açılan, halk arasında dana dili veya sığır dili gibi adlarla da bilinen, içerisinde âşık şiirinin yanı sıra az da olsa divan şiirinin de örneklerinin bulunduğu defterlerdir.
Cönklerin Özellikleri
*Cönkler Arap harfleriyle yazılmışlardır.
*Cönkler bazıları özel kâğıtlara (alikurna, abâdi) olmak üzere en çok kullanılan yazı türleriyle kaleme alınırlar.
*Cönkleri kaleme alanların bazılarının kültür ve eğitim seviyeleri düşük olduğu için, yazının imlâsı pek sağlıklı değildir.
*Cönklerde belirli bir ölçü yoktur. Bu tür eserlerin hazırlanması sırasında cöngü yazanın zevki ve elinde bulunan kâğıtların boyutları ön plana çıkmaktadır.
*Cönklerde bir konu sınıflaması yoktur.
*Cönklerde şiir türleri veya şekillerinin başına koşma, türkü, ilahi, şarkı, gazel, destan, beyit, müseddes, vb. kavramlar yazılmaktadır. Ancak zaman zaman konu
başlıkları ile şiirin birbirini tutmadığı gözden kaçmamaktadır.
*Cönkler genellikle besmele ile başlar ve “temmet” (tamamlandı) ifadesi ile son bulur.
NAZIM BİÇİMLERİ
Divan: Aşıkların aruzun fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla gazel, murabba, muhammes, müseddes, musammat ve müstezat şekliyle ortaya koydukları şiir şekli.
Selis: Aşıkların aruzun feilâtün (fâilâtün) feilâtün feilâtün feilün kalıbıyla yazdıkları şiire verilen ad.
Vezn-i aher: Genellikle aruzun recez bahrinde olan ve beş heceye denk düşen müstefilâtün müstefilâtün müstefilâtün müstefilâtün kalıbıyla yazılmış şiirlere verilen ad.
Satranç: Aruz ve hece ile yazılabilen, taktileri yahut durakları satranç tahtası düzeninde olan şiirlere verilen ad.
Kalenderi ve Semai de diğer aruzlu biçimlerdir.
KOŞMA
* Âşık şiirinde en fazla kullanılan nazım şekli koşmadır.
*
11’li hece ölçüsü ile genellikle 4+4+3 ya da 6+5 duraklı olarak söylenen komalar 3-5 dörtlükten oluşur.
*
İlk dörtlükte farklı şekillerde olabilen koşma kafiye örgüsü, genellikle abab cccb çççd... xaxa bbba ccca... veya aaab cccb çççb... şeklindedir.
*Koşmaların yapı açısından düz koşma, yedekli koşma, musammat koşma, ayaklı koşma, zincirbent ayaklı koşma, zincirleme, koşma-şarkı gibi çeşitli türleri vardır.
*Son dörtlükte ozanın adı geçer.
*Genellikle aşk, doğa, yiğitlik gibi konuları işleyen koşmalar, konularına göre “güzelleme, taşlama, koçaklama, ağıt” gibi adlar alır.
*Koşmalar işlediği konular bakımından gazele benzerler.
SEMAİ
Semainin kelime anlamı “işitilerek öğrenilen”dir.
*8’li hece ölçüsüyle söylenip genellikle 3-5 dörtlükten oluşur.
*Kendine özgü bir ezgi ile söylenen semainin uyak düzeni koşmanın aynısıdır.
*Koşmada işlenen konular semaide de işlenir.
*Kısaca semai, koşmanın bir türü olup koşmadan tek farkı hece sayısı ve ezgisidir.
VARSAĞI
*Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Varsak Türklerinin ozanları tarafından söylenen şiirlerdir.
*Pek yaygın olmayan varsağı 8’li heceyle söylenir ve özel bir ezgisi vardır.
*Varsağılara erkeksi bir hava katmak için “behey, bre, hey” gibi ünlemler kullanılır.
*3-5 dörtlükten oluşur ve son dörtlükte mahlas yer alır.
*Koşma ve semaide işlenen konular semaide de işlenir.
*Semaiden farkı özel bir ezgiyle söylenmesidir.
DESTAN
Âşık şiirinde kullanılan diğer bir nazım şekli, destandır. Destan aslında bir nazım türünün de adıdır, ancak şekil özellikleri açısından ayrı bir nazım şeklini temsil etmektedir.
*Destanın nazım birimi, kafiye örgüsü ve ölçüsü koşmadan farklı değildir ancak destan, koşmadan hacmiyle ayrılır.
*En az 5 veya 7 dörtlükten oluşan destanlar, 150 dörtlüğe varabilen bir hacme sahiptir.
*Duygusal ögelere yer vermeyen destanlar “savaş, deprem, ayaklanma, salgın hastalık, eşkıyalık, dalkavukluk, gülünç olaylar” üzerine şekillenir.


NAZIM TÜRLERİ
Güzelleme
Aşık şiirinde yaygın bir şekilde kullanılan güzelleme, insana ve doğaya ait güzellikleri konu edinir. Aşıklar, güzellemelerde güzel bir kadının veya bir doğa parçasının methini ederler.
Koçaklama
Aşık şiirinde koşmanın kahramanlık, yiğitlik ve savaş konularında söylenen türüdür. Bu şiirlerde kahramanlıklar dile getirilir, kahramanlık yapan yiğitlerden övgüyle bahsedilir. Bu nazım türünün en iyi örneklerini Kayıkçı Kul Mustafa ve Köroğlu gibi âşıklar vermiştir.
Taşlama
Toplumsal aksaklıkların dile getirildiği ve eleştirildiği şiirlere taşlama denir. Taşlamalarda, toplumun her kesiminden kişi ve kuruma ait beğenilmeyen davranışlar, alaya alınır. Divan edebiyatındaki “hicviye”, Batı edebiyatında ise “satir”in karşılığıdır. En ünlü ozanı Seyrani(19.yy.)’dir.
Ağıt
Aşık şiirinde ölüm konulu koşmalara ağıt adı verilir. Ancak bütün ağıtlar da doğrudan ölüm konusunu işlemez. Savaş, yangın, sel, deprem gibi afetlerin topluma verdiği zararları ve acıları anlatan ağıtlar da vardır.
C. TEKKE EDEBİYATI
Tekke edebiyatı, Konu ve dil yönünden İslam uygarlığının izlerini taşıyan, tekkelerde gelişen, tasavvuf düşüncesini yaymak amacıyla ozanlarca halk edebiyatı içinde oluşturulan bir edebiyattır.
Dinî Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın Orta Asya’da ilk kurucusu ve ilk örneklerini veren mutasavvıf-şair olarak kabul ettiğimiz Ahmed Yesevî’nin ortaya koyduğu tasavvufî normlar, onun halife ve dervişleri vasıtasıyla Anadolu ve Balkanlara da getirilmiş ve bu geleneğin Anadolu’da ortaya çıkması ve yayılmasında Ahmed Yesevî temel olmuştur.
*Tasavvuf öğretisi “vahdet-i vücut”a dayanır. Buna göre tek bir varlık vardır; o a Allah’tır. Evrendeki tüm varlıklar Allah’ın tecellisi(yansıması)’dir. Allah’a en yakın varlık olan insan, beden ve ruhtan oluşur. Beden, yokluk; ruh ise varlıktır. İnsan kendindeki yokluk ögesini aşarak, bedenin tüm isteklerinden vazgeçerek Allah’a ulaşabilir. Bu mertebeye “fenafillah” denür. Bu mertebeye ulaşan ise “insan-ı kamil” yani olgun insan olmuştur.
*Ozanlar geniş halk kitlelerine ulaşarak tasavvuf ögesini yaymaya çalışmışlardır.
*Diğer halk edebiyatı ürünlerine göre ağır; fakat Divan edebiyatına göre anlaşılırdır.
*Bu edebiyat ürünlerinde tasavvufa özgü terimler, mecaz ve simgeler kullanılır. “Aşık” Allah aşkıyla yanan derviş, “şarap” Allah aşkı, “saki” aşkı sunan şeyh, “maşuk” Allah, “kadeh” aşığın kalbi, “meyhane” ise tekke anlamında kullanılmıştır.
*Şiirlerde nazım birimi dörtlüktür ve genelde hece ölçüsü kullanılmıştır. Bunun yanında kimi ozanlar aruzdan da yararlanmıştır.
*En çok yarım uyak kullanılmıştır, söz sanatlarına fazla yer verilmemiştir.
*Şiirlerin çoğu ezgilidir.
*“İlahi, nefes, nutuk, şathiye, devriye, deme” başlıca nazım türleridir.
*En önemli sanatçıları Y. Emre, H. Bayram Veli, Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rumi, Pir Sultan Abdal…’dır.
NAZIM TÜRLERİ
İlahi
İlahiler, Allah sevgisini işleyen ya da Allah’a yalvarmak için söylenen dini içerikli şiirlerdir.
*Kendine özgü ezgilerle söylenir.
*İlahi, hem koşma hem semai nazım biçiminde, hem aruz hem de heceyle yazılmış ve söylenmiştir.
*Genellikle hecenin 7, 8 veya 11’li kalıpları kullanılmıştır.
*Divan edebiyatındaki tevhid, münacatın halk edebiyatındaki karşılığıdır.
*Yunus Emre, bu türün en güçlü temsilcisidir.
Nefes – Deme
Alevi-Bektaşi tarikatına bağlı aşıklarca söylenen ve yazılan tasavvufi şiirlerdir.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’ye övgüler yer alır.
Devriye
Devriye, yaradılışın başlangıcı ve sonu, varlığın nereden gelip nereye gittiği ve bu ikisi arasındaki safhaların tasavvuf açısından izahıdır. Devriyelerde evrenin ve insanın Allah’tan kaynaklanıp yine Allah’a döneceği vurgulanır. Genellikle Bektaşî çevrelerinde kullanılan bir nazım türüdür. Devir felsefesine göre maddi âleme, yani dünyaya gelen varlık önceleri cansızdır. Bir süre sonra bitki, daha sonra hayvan, en sonunda da insan olur.
Nutuk
Tarikata yeni girmiş müritlere, tarikatın adap ve erkânını anlatan şiirlere denir. Bu şiirler, tarikatın ileri gelen müritlerinin ağzından söylenirler. Daha çok koşma nazım şekliyle söylenen nutuklar, didaktik karakterli şiirlerdir. Sade bir üslupla yola yeni girmiş bir müridi bilgilendiren, tarikatta hangi safhalarda neler yapması gerektiğini telkin eden nutuklar, pir veya yüksek mertebeli tarikat büyüklerince okunurlar.
Şathiye
Dinî-Tasavvufî Halk şiirinde bazı tasavvufi remiz(sembol) ve rumuzlar ile Hakk’a ulaşmanın yollarını anlatan, dini ve tasavvufi konuların daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışan ve Allah ile tekellüfsüz, şakalı bir edayla konuşur gibi yazılan veya söylenen şiirlere şathiye denir. Bazı şairler tarafından şeriat ölçüsünden uzaklaştırılan şathiyeler kimi zaman küfür olarak kabul edilmiştir. Hâlbuki şathiyeler, tasavvufi remizleri izah eden şiirlerdir. Bunu da ancak erbabı anlayabilmektedir. Kısacası, ilk bakışta Allah’la senli benli konuşmak isteyen bir şairin dini birtakım unsurlarla alay etmek veya onları eleştirmek için yazıldığı izlenimi veren şathiyelerin arka planındaki anlam çözüldüğünde durumun öyle olmadığı, aslında bu şiirlerin tasavvuf kültürünü bilen kişilere hitap ettiği görülmektedir.


HALK EDEBİYATI SANATÇILARI
                     12. YÜZYIL
AHMED YESEVİ
XII. yüzyılda tasavvufî Türk halk edebiyatının en önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî’dir. Gerçek hayatından daha çok menkıbevi hayatıyla tanıdığımız Hoca Ahmed Yesevî bugünkü Kazakistan’ın Sayram beldesinde doğmuş, daha sonra Yesi’ye göçmüş, 63 yaşında çilehanesine girmiş ve 127 yaşında vefat etmiştir. “Hikmet” adı verilen şiirleri Divan-ı Hikmet adlı eserde toplanmıştır. Şiirlerini sade Hakaniye Türkçesiyle oluşturmuştur. Bugün elimizde bulunan şiirlerin Hoca Ahmed Yesevî’den daha çok mürit veya müridelere ait olduğu sanılmaktadır. Divan-ı Hikmet adlı eserin hem Orta Asya’da hem de Türkiye’de pek çok yazması vardır. Elde bulunan şiirler hem hece hem de aruz vezinleriyledir.
Divân-ı Hikmet: Ahmed Yesevî’nin “Hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır.
Hikmetler, Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir. Hikmetleri meydana getiren maddî ve manevî dinamikler tamamıyla Türk halkının yaşayış ve düşünüşünden oluşur. Şiirlerin millî unsurlarla örülü olduğu görülür.
Fakr-nâme: Divân-ı Hikmet’in ön sözü mahiyetindedir. İçerik itibariyle; tarikat adabını, usulünü, erkânını, kâmil bir şeyhin, bir dervişin vasıflarını, merâtıb-ı erbaa’yı yani ‘dört kapı kırk makam’ı beyan eder.
HAKİM SÜLEYMAN ATA
Kaynaklarda Süleyman Bakırgan diye de anılan Ata’nın hangi tarihte ve nerede doğduğuna dair kesin bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Bununla beraber Harezm’de yaşadığı, Hoca Ahmed Yesevî’nin en sadık müridi olduğu ve hikmetleriyle hem Yesevî’nin ‘Hikmet geleneği’ni sadıkâne bir şekilde devam ettirdiği hem de sade bir dille halkı İslam yolunda birliğe çalıştığı ve 1186-1187’de vefat ettiği bilinmektedir.
Eserleri:
Bakırgan Kitabı, Âhir Zaman Kitabı ve (Bibi) Meryem Kitabı
                      13. YÜZYIL
YUNUS EMRE (1250-1320)
XIII. Yüzyıl halk şairidir. Hayatı hakkında kesin ve yeterli bilgi yoktur. Eskişehir'de doğup öldüğü söylenir. Hayatı efsanelerle örülmüştür. Tasavvuf felsefesi, XII. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya yayılmaya başlamış; Mevlana, Sultan Velet, Ahmet Fakih gibi şairlerle edebiyata girmiştir. Varlık- yokluk, İnsan-tanrı-ölüm ilişkilerini güçlü bir kültür donanımı ve büyük şiir yeteneğiyle irdeleyerek halka ulaştırabilmiştir. Tüm halk şairlerini yüzyıllar boyunca etkilemiştir. İlahi türünün en usta şairidir. İlahi türü şiirlerinde Halk debiyatının geleneklerine bağlı kalmıştır. Bunlarda dil sade, anlatım yalın, ölçü hecedir. Risaletü'n-Nushiyye adlı dini didaktik eserinde ise bu gelenekten ayrılarak aruz ölçüsünü, mesnevi nazım biçimini kullanmıştır.
Allah inancını ve insan sevgisini işler. Şiirlerinde coşkun bir lirizm vardır. Tekke edebiyatının en lirik şairidir. Şiirlerinde hem aruz hem de
hece vezni kullanılmıştır. İşlediği konular yönüyle evrenseldir.
Eserleri: Türkçe divan sahibi ilk şairdir. Ayrıca Risaletü'n-Nushiyye adlı öğretici bir mesnevisi vardır.
Dört Kitâbun mânîsi bellüdür bir elifde
Sen elifi bilmezsin bu nice okumakdur
     Yigirmi dokuz hece okusan ucdan uca
     Sen elif dirsün hoca mânîsi ne dimekdür
Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür
            14. YÜZYIL
HACI BAYRAM VELİ (1352-1429)
Hacı Bayram Velî’nin asıl adı Nûman’dır. Ankara yakınlarındaki Solfasol (Zülfadl) köyündendir. Kendisi kuvvetli bir medrese (üniversite) tahsili görmüş, Ankara’da Kara Medrese-Melike Hatun Medresesi’nde “Müderris-Profesör olarak” hocalık yapmıştır. Bu sırada, Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Şeyh Şücâ vasıtasıyla Kayseri’ye davet edildi. Burada şeyhinin bazı kerametlerini açıkça gören Hacı Bayram Velî, ona intisap etti ve müderrisliği terk ederek büyük bir ruhî istidat gösterip “tasavvuf-tefekkür ve iman yolu”nu seçti. Halvetiyye (Safaviyye) ve Nakşîbendiye tarikatlarını da birleştirerek Bayramiyye tarikatını kurdu. Hacı Bayram Velî; bilgi, sabır, beceri, tefekkür ve hoşgörü ile tasavvufî olgunluğa ulaşarak “ilim-tasavvuf sentezi”ni yapmıştır. Bu cümleden olarak Hacı Bayram Velî’nin müritleri ve halifeleri arasında; Yazıcızade Mehmed Efendi, Fâtih’in Hocası Akşemseddin ve Eşrefoğlu Rûmî’nin de bulundukları bilinmektedir. Hacı Bayram Velî’nin müstakil yazılı bir eseri yoktur. Fakat yetiştirdiği pek çok eser olarak mübarek kişiler vardır. Bunların eserlerinde onun emekleri çoktur. Kısacası Hacı Bayram Velî, teşkilatçı bir mutasavvıftır. Sayılarının çok az olmasına rağmen, aruzla olsun, hece ile olsun, tamamiyle raksan ve vecdi bir dille söylediği tasavvufî şiirleriyle Hacı Bayram Velî, “Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı”nın unutulmaz isimlerinden biri olmuştur.
Hiç kimse çekebilmez güçtür felegün yayı
Derdine gönül verme bir gün götürür vayı
    Bir fâni vefâsızdur kavlüne inanma hiç
    Gâh bây’ı ider yohsul, gâh yohsul’u ider bây’ı
EMİR SULTAN
Emir Sultan, Türk-İslâm dünyasının başlangıçta ilim memba’ı olan Buhara’da yetişmiştir. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de de ayrıca ilim tahsil etmiştir. Hac farizasını ifayı müteakip Medine’de de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin kendisine Rum’a gitmesi, mezarının da orada olacağını söylemeleri üzerine önce Irak üzerinden Anadolu’ya geçmiş, Karaman, Isparta, Kütahya ve İnegöl üstünden Bursa’ya gelerek Gökdere civarında bir mağara veya sağmaya yerleşmiştir. Orada bir süre ibadet, züht ve takva içinde yaşamıştır. Mutasavvıflara ilgisi olan Bursa halkı tarafından kısa sürede sevilmiş ve etrafında birçok mürit toplanmıştır. Daha sonra I. Bayezid’in kızı Hundî Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten iki kızı ve daha sonra kendi emri ile öldürteceği Emir Ali Çelebi adında bir oğlu olmuştur. Emir Sultan, “Kerametler Sultanı” diye de anılmıştır. Zamanında Osmanlı sultanları kendisine hürmet eder, sefere çıkacaklarında huzura gelip, mübarek duasını alırlardı. Emir Sultan, aynı zamanda birinci Bâyezid’in ‘Bilim Danışmanı’ idi. Ordu onun eliyle kılıç kuşanırlardı. Türbesi şu anda Bursa’da bulunmaktadır.

                    15. YÜZYIL
KAYGUSUZ ABDAL
15. yy. tasavvuf şairlerindendir. Yunus Emre'den etkilenmiştir. Alevi-Bektaşi halk şiirinin kurucusudur. Nefeslerine hiciv-mizah motifli tekerlemeler katarak insanlık kusurlarıyla alay etmiş, Bektaşiliğin ilkelerini nükteli bir dille yaymıştır. Hem heceyle hem de aruzla yazılmış şiirleri vardır. Budala-name adlı eserinde 15. yy. halk nesrinin sade örnekleri vardır.  Abdal Mûsâ’nın müridleri arasında yer almaktadır. Kaygusuz Abdal’ın manzum, mensur ve manzum-mensur karışık eserleri bir hayli yer tutar:
Manzum Eserleri: Divân, Gülistân, Mesnevî-i Baba Kaygusuz, Gevhernâme, Minbernâme.
Mensur Eserleri: Budalanâme, Kitâb-ı Miğlâte, Vücûdnâme,  Risâle-i Kaygusuz Abdal (Tercüme).
Manzum+Mensur Eserleri: Saraynâme, Dil-güşâ.


EŞREFOĞLU RUMİ (? – 1470)
14.-15. yy. şairlerindendir. Eşrefoğlu Rumi, İznik medreselerinde öğrenim görmüş, öğrenimini bitirdikten sonra da yine İznik'te Çelebi Mehmet medresesinde müderris adayı olmuştur. 15. yy. tasavvuf şairlerinden olan sanatçı, Hacı Bayram Veli'ye damat ve derviş olmuştur. Yunus Emre'nin izinden yürümüş hece ve aruz veznini başarıyla kullanmış, lirik şiirler yanında didaktik manzumeler de yazmıştır. Bir divanda topladığı şiirlerinde tasavvuf ilkelerini yaymaya çalışmıştır. Anadolu’da Kadiri tarikatının kurulmasında ve yayılmasında önemli paya sahiptir.

            16. YÜZYIL
PİR SULTAN ABDAL
16. yüzyıl tekke ve aşık edebiyatının ünlü şairlerindendir. Sivas'ta yaşamıştır. Alevi-Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü şairidir. Kanuni zamanında Doğu Anadolu'da patlak veren bir isyana katılmış, yaşadığı olayların izlenimlerini şiirlerinde anlatmış, İran şahının propagandasını yaptığı için Hızır Paşa tarafından Sivas'ta idam ettirilmiştir. Sanatının belirleyici özellikleri, güçlü bir inanç, sade bir halk dili, coşkun bir lirizm olarak özetlenebilir. Tasavvuf, tabiat, aşk ve halkın gerçek yaşayışıyla ilgili konular işler. Bütün şiirlerini hece ölçüsüyle söylemiş Divan edebiyatından etkilenmemiştir. Şiirini bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir öğreticiliğe düşmemiş, şiirini duygu yönünden de beslemiştir.
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi



KÖROĞLU
16. yüzyılda yaşadığı sanılan bir halk şairidir. III. Murat zamanındaki Osmanlı-İran savaşlarına katılan şair, Şirvan ve Tebriz'in alınışı üzerine destan söylemiştir. Öteki şiirlerinde yiğitlik, kahramanlık konularını işlemiş olduğundan, halk öyküsündeki Köroğlu ile karıştırılabilmektedir. En çok koçaklamalarıyla tanınan şair, kavganın ve yiğitliğin simgesi olmuştur. Aşk, tabiat, yiğitlik, arkadaşlık gibi konuları işlemiştir.
Bir yiğit cida’sın almış eline             don: giysi
Başını koymuş da yiğit yoluna
          cida: kılıç
Kalkan parelene zırhlar deline
Kanlı gömlek koç yiğide don olur



              17. YÜZYIL
KAYIKÇI KUL MUSTAFA (? - 1658)
17. yy. halk şairidir. Devrin önemli şairlerinden biridir ancak hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Yeniçeri şairidir. Şiirleri yeniçeriler arasında, sınır boylarında sevilerek okunmuştur. Şiirlerinde tarihsel olayları işlemiştir. Genç Osman için söylediği destan ünlüdür. Şiirlerinde sade bir dil kullanmıştır. Akıcı bir üslubu vardır. Kayıkçı Kul Mustafa eserlerinde halk diline yakın ve Divan edebiyatı çizgisinden uzak bir söyleyişe sahiptir. Ancak buna rağmen Nefi ile birlikte; Sultan Murat'ın en yakın iki musahibinden biridir. Bektaşi’dir. Bir başka iddiaya göre ise; Osmanlı Donanması'na katılıp Küçük Murat Reis ile Cezayir'e gittiği için kendisine “Kayıkçı” adı verilmiştir.
Kara gözlü dilber lebin lezzeti
Sükker midir şerbet midir bal mıdır
Dökülmüştür ak gerdanın üstüne
Kakül müdür sırma mıdır tel midir
GEVHERİ
Ordu şairi olmasının yanı sıra, divan kâtipliği de yapmıştır. Pek çok kaynakta adının Mustafa veya Mehmed, memleketinin ise Kırım veya İstanbul olduğu kayıtlıdır. Âşığımızın Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın Uyvar Seferi (1663) ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın II. Viyana Kuşatması (1683) üzerine söylemiş olduğu şiirler de vardır. Şiirlerinden hareketle medrese öğrenimi gördüğünü söyleyebiliriz. Hem aruz hem de hece vezniyle şiirler yazmıştır. Dili Âşık Ömer’in dili kadar olmasa da ağırdır. Şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimelerin fazlalığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Gevherî’nin şiirleri, divanının dışında cönklerde de yer almaktadır.
Kurtulamam üç nesnenin elinden
Biri firkat biri gurbet biri aşk
Üçü bilmez birbirinin hâlinden
Biri firkat biri gurbet biri aşk…

KARACA OĞLAN
Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmeyen Karacaoğlan'ın Toroslar'da yaşayan, Türkmen boyları arasında yetiştiği sanılıyor. Göçebe bir şair olarak Anadolu içinde ve dışında gezmiştir. Geleneksel şiirin dil, anlatım, ölçü anlayışından ayrılmadan aşk, doğa, ölüm, ayrılık gibi temaları işlemiştir; özellikle koşma ve semai biçimlerinde büyük başarı kazanmıştır. Bütün aşık edebiyatı şairlerini etkilemiştir.
Aşk ve tabiat şairidir. Dili sadedir arı ve duru bir Türkçedir. Şiirlerinde tasavvufa ve dini konulara yer vermemiştir. Divan ve Tekke şiirinden hiç etkilenmemiştir. Şiirlerini hece ölçüsü ile yazmıştır. Âşık edebiyatının duygu yönünden en zengin ve güçlü şairidir. Koşma, semai, ara sıra da destan söylemiştir. Karaca Oğlan’ın şiirlerinde yer yer sanatlı söyleyişler görülür. Şiirlerinin dili durudur ve derlendiği bölgenin dil özelliklerini yansıtmaktadır. Onun şiirlerinde yadırganacak Arapça ve Farsça kelimeler yok denecek kadar azdır. Şiirlerinde diğer saz şairleri gibi aşk, sevgi, tabiat ve güzellikleri işlemiştir. Sonuç olarak Karaca Oğlan XVII. yüzyılda Çukurova’da yaşamış bir saz şairidir.
Yürü bre yalan dünya
Sana konan göçer bir gün
İnsan bir ekin misali
Seni eken biçer bir gün

AŞIK ÖMER
Kırım Türkleri arasında onun şiirleri bestelenmiş, geçmişte meclislerde okunmuş, günümüzde ise okunmaya devam etmektedir. Âşık Ömer’in Divan’ı, Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te kiril harfleriyle yayımlanma şansını bulmuştur. Konya ilinin Hadim ilçesinin Gözleve köyünde yapılan şenliklerde Âşık Ömer de anılmaktadır. Aşık Ömer, Karaca Oğlan’dan sonra ünü bütün Türk dünyasına yayılmış ve Türk dünyasının ortak âşığı sıfatını kazanmış birkaç şahsiyetten birisidir. Âşık Ömer medrese öğrenimi görmüş bir âşıktır. Âşığımızın Divan’ı incelendiğinde hem hece hem de aruz vezniyle şiirler yazdığı görülmektedir. Âşık Ömer, şiirlerinde Ömer mahlasının dışında, Derviş Nihanî ve Adlî mahlaslarını da kullanmıştır. Ömer’in Türk şiirine getirdiği yeniliklerden birisi de 58 dörtlükten oluşan şairnâmesidir. Bu şiirde döneminden önce ve zamanında yaşamış olan 47 âşığın yanı sıra 88 şairden de söz etmektedir. Ömer’in İstanbul ve semtlerini anlatan destanı da ünlüdür. O, ayrıca hayvanlarla ilgili uzun destanlar da yazan bir âşıktır. Âşık Ömer’in gördüğü öğrenim ve yaşadığı çağda Arapça ve Farsçanın etkisi dilinin süslü olmasına yol açmıştır. Şiirlerinin büyük çoğunluğu aruz, bir kısmı da hece vezniyledir.
Dedim dilber yanakların kızarmış
Dedi çiçek taktım gül yarasıdır
Dedim tane olmuş benlerin
Dedi zülfüm değdi tel yarasıdır

ERCİŞLİ EMRAH

1930’lu yıllara kadar Ercişli Emrah’ın varlığından bile haberdar değildik ve bunun sonucu olarak da Ercişli Emrah’ın şiirleri Erzurumlu Emrah’a mal edilmiştir. Onu, Fuad Köprülü gün ışığına çıkarmıştır. Araştırıcılar, iki Emrah’ın şiirlerinin ayırt edilmesi hususunda, ortaya bazı ölçütler koymuşlardır. Buna göre;
- Erzurumlu Emrah’ta divan şiirinin etkisi görülür; oysa Ercişli’nin şiirleri bütünüyle halk şiiri tarzındadır.
- Erzurumlu Emrah’ın medrese öğrenimi görmüş olmasına karşılık, Ercişli’nin öğrenim durumu hakkında bilgimiz yoktur; ancak babası da âşık olduğu için, onun sınırlı da olsa eğitim aldığını söyleyebiliriz.
- Ercişli Emrah’ın badeli olmasına karşılık, Erzurumlu bade içmemiştir.
- Ercişli; din, tasavvuf, ezel, ebed, varlık, yokluk, bu dünya, öbür dünya gibi kavramlarla hiç ilgilenmemiş, bütünüyle bu dünyanın adamı olmuştur. Erzurumlu ise din ve tasavvuf konularıyla da ilgilenmiştir.
- Erzurumlu medreseye devam ettiği için halk şiiri türlerinin yanında divan, kalenderî, semaî ve gazel gibi türlerde de yazmıştır. Onu bu yönüyle bir âşıktan daha çok “kalem şairi” sayabiliriz. Ercişli Emrah ise aruzu bilmemektedir, şiirlerinin tamamını hece vezni ile söylemiştir.
- Erzurumlu Emrah, Nakşibendî tarikatının Halidiye koluna bağlıdır. Bu sebepten yukarıda da belirttiğimiz gibi ezel-ebed ve tasavvuf konuları, şiirlerinde sıklıkla işlenmiştir.
Ercişli Emrah’ın ise herhangi bir tarikatla bağı yoktur.
- Erzurumlu Emrah’ın özellikle aruzla yazdığı şiirleri yabancı tamlamalarla, Arapça ve Farsça asıllı kelimelerle doludur. Ercişli’nin şiirlerinde ise Azerbaycan Türkçesi ve Van’ın Erciş ilçesinin ağız özellikleri görülür.
- Ercişli Emrah araştırıcıları onun bütün şiirlerine ulaşamamışlardır. Erzurumlu Emrah’ın ise elimizde divanı bulunmaktadır.
- Ercişli Emrah’ın hayatı etrafında oluşan Ercişli Emrah ile Selvihan Hikâyesi sevda konulu hikâyelerdendir. Oysa Erzurumlu Emrah’ın hayatı etrafında böyle bir hikâye oluşmamıştır.
- Ercişli Emrah’ın şiirlerinde Van Erciş’ten Saat / Sahat Çukuru (Iğdır) ve İran’a doğru bir yolculuk söz konusu iken, Erzurumlu’da Karadeniz sahillerinden Çankırı, Konya, Niğde, Sivas ve Tokat’a doğru bir yolculuk işlenmiştir.
Ervah-ı ezelde levh-i kalemde
Şu benim bahtımı kara yazmışlar
Bilirim güldürmez devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazmışlar


              18. YÜZYIL
KUL NESİMİ
"Mahlasım Nesimi adım Ali'dir." dizesine dayanılarak asıl adının Ali olduğu anlaşılan Kul Nesimi'nin yaşamıyla ilgili bilgiler sınırlıdır. Ancak bir Bektaşi ozanı olduğu kesindir. Kul Nesimi, 1404 yılında derisi yüzülerek öldürülen Azeri ozanı Seyyid Nesimi ile karıştırılmış, Kul Nesimi'nin şiirleri Seyyid Nesimi'nin sanılmıştır. Nasıl ki, Ercişli Emrah ile Erzurumlu Emrah da uzun yıllar tek kişi sanılmıştır. Kul Nesimi'nin aruzu da heceyi de başarıyla kullandığı gözlenir. İki ölçüyü de beceriyle kullandığı, inancıyla sanatını at başı götürdüğü görülmektedir. Ağır basan yanı ise hece ölçüsüyle, söyledikleridir. Şiirlerinden iyi bir eğitim gördüğü sonucuna da varılıyor. Bugüne yaklaşık 200 şiiri kalan Kul Nesimi'nin 4. Murat Dönemi’nde yaşadığı sanılıyor. Düşünceleri bakımından kovuşturmaya uğradığı, Anadolu'da Safevi egemenliğinin kurulması çalışmalarına katkısı olduğu da söyleniyor. Kul Nesimi'nin "nefes"lerinden kimileri günümüze dek gelmiş, bestelenmiş, söylenirliğini sürdürmüştür. Deyişte, dilde tutarlı, usta bir ozan olduğu bellidir. Aşk konusuna da değinmekle birlikte, daha çok din ve tasavvuf inancını yansıtan lirik nefesleriyle ün kazanmıştır. Bunlardan bazıları bestelenmiştir.

Kelb rakip haram diyormuş şarabın bir katresine
Saki doldur ben içerim günah benim kime ne
    Gah çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa
    Gah inerim yeryüzüne yar severim kime ne
Nesimi'ye sordular yarin ile hoş musun
Hoş olayım hoş olmayım o yar benim kime ne
DERTLİ
Asıl adı İbrahim olan Dertli, 1772 yılında Bolu ilinin Gerede ilçesinin, günümüzde ilçe olan Reşadiye (Yeniçağa) beldesinin Şahnalar köyünde doğmuştur. Çocukluk yıllarını davar gütmek ve çiftçilikle geçiren İbrahim, öğrenim görmemiştir. İstanbul’da semaî kahvelerinde çalıp çağıran İbrahim, bir süre sonra Konya’ya gitmek zorunda kalmıştır. Konya’da beş yıl Sulukahve adlı âşıklar kahvesinde çalıp çağıran, hizmet eden İbrahim’e günün birinde tekrar gurbet görünmüştür. Halep, Şam ve oradan da Mısır’a gitmiştir. Dertli hayatının bu döneminde semaî kahvelerinde çalıp çağırarak ve muamma çözerek gününü geçirmiştir. Dertli, badeli âşıklarımızdandır. İlk şiirlerinde Lütfî, Mısır dönüşü sonrasında söylediği şiirlerinde ise başından geçen çeşitli olaylar sebebiyle Dertli mahlasını kullanmıştır. Hem aruz hem de hece vezniyle şiirler yazmıştır. Bunlar arasında hece ile söyledikleri daha başarılıdır. Fes ve saz üzerine söylediği şiirleriyle ünlenmiştir. Aruzlu olan şiirlerinin dili ağırdır. Şiirlerinin ana temasını din ve tasavvuf, beşerî aşk, sosyal ve toplumsal konular, hiciv ve mizah, tabiat ve tabiat güzellikleri, gurbet, hasret, dert, sıkıntı, vb. oluşturmaktadır.
Vefasın görmedim ol şuha meftun olduğum kaldı
Düşüp sevdasına alemde mahzun olduğum kaldı
LEVNÎ

18. yüzyılın en önemli aşığıdır. Edirneli olan aşığın asıl adı Abdülcelil Çelebi’dir. Levnî aşıklığının yanı sıra ressamlığı, minyatür ustalığı ve hattatlığı ile de dikkati çekmektedir. Atalarsözü Destanı ve Selanik-İstanbul yolculuğunu konu alan Tekerleme’si, türünde ilk örnekler olması bakımından önemlidir. Edirne’den İstanbul’a göç eden Levnî, 1733 yılında burada vefat etmiştir. Âşık Ömer’in resmini yapmasına bakılırsa âşıklarla dostluk içerisindedir. Levnî mahlası ise renk dünyasını işaret etmektedir. Hızrî’nin şairnâmesinde Levnî’den söz edilmektedir.

                 19. YÜZYIL
BAYBURTLU ZİHNİ
1797 tarihinde Bayburt’ta dünyaya gelen Zihnî’nin asıl adı Mehmed Emin’dir. Hece ve aruz vezniyle yazdığı bütün şiirlerinde Zihnî mahlasını kullanmıştır. Rüyada bir zat kendisine ‘Zihnî’ diye hitap ettiği için âşık, bu mahlası almıştır. Bazı araştırıcılara göre Erzurum ve Trabzon medreselerinde öğrenim gördükten sonra, İstanbul’a gelmiş, Mustafa Reşit Paşa ile kurduğu yakınlık sayesinde Divân-ı Hümâyûn’a girmiştir. 1828-1829 Osmanlı Rus savaşından sonra geçici olarak Bayburt’a döner. Bu işgal, onun ruhunda derin yaralar açmış ve bu durum şiirlerine de yansımıştır. Asıl mesleği kâtiplik olan Zihnî, imparatorluğun çeşitli yerlerinde görev yapmıştır. Hem aruz hem de hece vezniyle şiirler yazan Zihnî, sağlığında divan tertip ederek bunu saraya sunan ender halk şairlerindendir. Aruz vezniyle yazdığı şiirleri daha çok olmasına karşılık, hece ile yazdığı koşma ve destanlarıyla ünlenmiştir. Bu yönüyle Âşık Ömer, Gevherî, Dertli, Erzurumlu Emrah ve Develili Seyrânî, vb. âşıklarla birlikte değerlendirilmelidir. Âşıklık ve şairliğinin yanında iyi bir nesir yazarıdır. Gazellerinde Fuzûli, Bakî, Nedîm, Şeyh Galip, Erzurumlu Sıdkî, Vecdî ve Hamdî’nin etkisi görülür. Hece ile yazdığı şiirleri fazla değildir. Bu dalda dokuz destan› ve onlarca koşması belirlenebilmiştir. Aruz vezniyle olan şiirlerinde dili çok ağırdır. Hatta bazı beyitlerinde Türkçe bir kelime bile yoktur. Hece vezniyle yazmış olduğu koşma ve destanlarında ise dili durudur. Zihnî Doğu klasiklerine hâkim bir şairdir. Mevlâna ve Câmî’ye nazireler yazmıştır.
Sergüzeşt-name adlı eseri bulunmaktadır.
Zihni derd elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı

ÇILDIRLI ÂŞIK ŞENLİK

Konu ile ilgili bir doktora tezi hazırlayan Ensar Aslan’a göre doğum tarihi 1850’dir. Asıl adı Hasan’dır; bununla beraber Türkiye ve Azerbaycan sahasında Hasan adıyla değil, Âşık Şenlik adıyla şöhret bulmuştur. Şenlik’in hayatını üç safhada değerlendirmek gerekir. Buna göre birincisi, saz çalmasını bilmeyen şenlik, ikincisi saz çalabilen ve türkülerini saz eşliğinde söyleyebilen Şenlik, üçüncüsü ise sazı çıraklarına çaldırtan tarikat mensubu Şenlik’tir. Türk edebiyatına 180 kadar şiirin yanı sıra üç de güzel hikâye (Latif Şah, Salman Bey, Sevdakâr Şah) bırakan Şenlik’in şiirleri arasında yer alan divanî, koşma, destan, geraylı ve sicillemeleri yeniliklerle doludur. Şiirlerinde Terekeme/Karapapak ağzının izleri sıkça görülür. O, bir âşıkta bulunması gereken bütün özelliklerin tamamına sahiptir, atışma yapmada başarılıdır, muamma çözmede ustadır, doğaçlaması çok güçlüdür. Türkiye’de âşık kolu, Azerbaycan’da âşık mektebi, Güney Azerbaycan’da, âşık muhiti adı verilen okulun en başında kendisine yer bulmuştur. 1913 yılında bir mecliste mat ettiği âşıklar tarafından kendisine içirilen zehirli bir şerbet yüzünden vefat etmiştir.
Kuşanıf gılıcı geyinin donu
Gavga bulutları sardı her yanı
Doğdu koç yiyidin nam alma günü
Can sağ iken yurt vermeniz düşmana
DADALOĞLU (1785 -1868)
Dadaloğlu, göçebe Avşarlar arasında yetişmiş ve onların sözcüsü olmuş bir âşıktır. Bugün elimizde bulunan 130 kadar şiirinin tamamı hece vezniyledir. Şiirlerinde işlenen konu ise büyük ölçüde Avşar aşiretinin hayatıdır. Bu genel çerçeve içerisinde sevda, yurt güzellemeleri, göçer hayatı, vb. ön plandadır. Avşarların hayatında güzelle at bir tutulur. Bu atlar arasında ise en değer verileni kırattır. Dadaloğlu, kıratın yanında Avşar güzellerini de şiirlerinde işler. Şiirlerinde atasözleri, deyim ve vecize değerindeki sözlerin ayrı bir yeri vardır. 1865'te yöreye yollanan Fırka-i İslahiye adlı Osmanlı ordusuyla Türkmenler arasındaki çatışmalara katılmış, bu olayları yiğitçe bir eda ile koçaklamalarına yansıtmıştır. Türkmenleri destekleyen, mücadeleye çağıran şiirler yazmıştır. "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir." dizesi onun karakterini açıklar.
Şehir yaşamından uzak kaldığı için Divan edebiyatından etkilenmemiştir. Koşma, semai, destan, varsağı türünde şiirler söyleyen Dadaloğlu, türkülerinde daha başarılıdır. Anlatım yönünden Karacaoğlan ve Köroğlu'nu anımsatır.
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Severim bir kıratı bir de güzeli
Değip on beşime kendim bileli
Severim kıratı bir de güzeli


ERZURUMLU EMRAH
Erzurum’un Ilıca beldesinde doğan aşığımızın doğum ve ölüm tarihleri net olmamakla birlikte 19.yy.ın son çeyreği ile 20.yy.ın ilk yarısında yaşamıştır. Sevdiği kıza kavuşamaması üzerine, küçük denebilecek yaşta Erzurum’dan ayrılır. Trabzon, Kastamonu, Sinop, İstanbul, Çankırı, Konya, Niğde ve Sivas’ı dolaştıktan sonra Tokat ilinin Niksar ilçesine gelir. Şiirlerinde Emrah, Emrahî, Şikeste Emrah ve Biçare Emrah mahlaslarını kullanmıştır. Erzurumlu Emrah’ın 200 civarındaki şiiri hece vezniyledir. Dilaver Düzgün’e göre: “Aruzla söylediği şiirler, onun dönemindeki klasik şiire aşinalığını göstermesi ve böylece kültürlü bir kişi olarak tanınması bakımından önemlidir. Hatta Emrah’ın Fuzûlî, Bâkî ve Nedîm gibi ünlü divan şairlerine nazireler yazdığını biliyoruz. Ancak bu şairlere nazire yazmak, aruzu kullanmak hususunda onlar kadar başarılı olmak anlamına gelmez ve öyle olması da gerekmez. Onu Nedim’le Fuzûlî ile karşılaştırmaya hakkımız yoktur. Emrah, saz şiiri vadisinde kendisini ispatlamış, bununla da yetinmeyerek divan tarzlarına vukuf sağlamaya çalışmıştır.” Âşıklık geleneğinin çok güçlü olduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde yetişmiş olan
Emrah, saz şiiri tekniğine hâkimdir. Ayrıca medrese öğrenimi gördüğünden, klasik edebiyatın temel bilgilerine de sahiptir. Erzurumlu Emrah hem klasik, hem de saz şiiri vadisinde eser verirken söz sanatlarını da başarı ile kullanmıştır.
Bir nazenin bana gel gel eyledi
Varmasam incinir, varsam incinir
Beyaz gerdanından ince belinden
Sarmasam incinir, sarsam incinir


SEYRANİ
1800 yılında Kayseri ilinin Develi ilçesinde doğmuştur. Asıl adı Mehmet’tir. Saraya karşı kullandığı dilden ötürü İstanbul’dan kaçmak zorunda kalır. İstanbul’dan Develi’ye dönen Seyrânî, bir süre sonra Halep’e gitmiştir. Seyrânî hem hece hem de aruz vezniyle şiirler söylemiştir. Bugün elimizde bulunan 650 kadar şiirinden 500’ü hece vezniyledir. Hece ile yazmış olduğu şiirlerinde dili oldukça durudur. Şiirlerinde yaşadığı coğrafyanın dil özelliklerini de bulabiliriz. “Büvelek, çalkanmak, çamçırak, bozulamak, bitek, cücük…” Aruzla yazmış olduğu şiirlerinde daha çok gazel, divan, müstezad, kalenderi, şarkı, terci-i bend ve terkib-i bend nazım şekillerini kullanmıştır. Bu tarz şiirlerde dili ağırdır. Seyrânî’nin şiirlerinde bazı edebî sanatların güzel örneklerine de rastlanır. Cinas, Seyrânî’nin şiirlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Seyrânî, şiirlerinde atasözleri ve deyimleri ustalıkla kullanmıştır. Bu özellik, onun dile olan hâkimiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Seyrânî halk şiirinin pek çok türünde şiirler yazmıştır / söylemiştir. Bunlar arasında ilk sırayı taşlamalar alır. Onun taşlamaları ferdî boyutta değil, toplumsaldır. Şiirlerinde ikiyüzlülük, rüşvet, haksızlık, fakirlik, adalet, bilgisizlik gibi sosyal temaları da işlemiştir. Yaşadığı dönemde bozulan hak ve adalet dağıtan müesseseleri konu edinen şiirler yazmıştır. Ülkedeki başıbozukluğun sebebinin yöneticiler olduğunu, pek çok şiirinde dile getirmiştir. Şiirlerinde dini kötüye kullananlar veya yanlış yorumlayanlar da eleştirilmiştir. Seyrânî’nin şiirlerinde teknik ve modern unsurlar da yerini almıştır. Telgraf ve vapur gibi kavramlar onun şiirlerine girmiştir. Böylece âşıklığın Batı’daki gelişmelerden haberdar olduğunu tespit edebiliyoruz. Tasavvuf konularında da şiirler söyleyen şair, bu şiirlerinde gerçek Müslüman ve devlet adamını korurken sahte ve rüşvetçi kişileri taşlamıştır.
Ateş vapurunu icat eyleyen
Yelken açıp yel kadrini ne bilsin
Süleyman’dır kuş dilini söyleyen
Her Süleyman dil kadrini ne bilsin
RUHSATİ
Asıl adı Mehmet olan köy şairi. Sivas'ın Deliktaş bucağında doğmuş ve ömrünün hemen hemen tamamını burada geçirmiştir. Ruhsati, 12 yaşında öksüz ve yetim kalmış, bu nedenle kuvvetli bir tahsil görememiştir. Şiirlerindeki ifadelerinde dört kez evlendiğini ve bu evliliklerinden 23 çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ruhsati, badeli bir aşıktır. Şiirlerinde Ruhsat Baba, Aşık Ruhsat, Ruhsat ve çoğunlukla Ruhsati mahlaslarını kullanmıştır. Ruhsati, saz çalamayan bir aşıktır. Ömrü boyunca birçok aşıkla karşılaşmış ve atışmıştır. Şiirlerinin çoğunu hece vezni ile yazmıştır. Ömer, Derli, Emrah, Seyrani gibi aşıklara uyarak aruz vezni ile yazdığı da olmuştur. Aruz vezni ile yazdığı şiirlerinde olaylara ve mistik düşüncelere yer vermiştir. Ancak Ruhsati asıl başarısını hece vezni ile göstermiştir. Şiirlerinde genellikle yarım kafiyeyi kullanmıştır. Ruhsati'nin dili sadedir ve şiirlerinde zorlama yoktur. Hece, durak, kafiye ve rediflerde titiz davranmış, anlam bütünlüğüne dikkat ederek daha akıcı ve güçlü şiirler söylemiştir. Şiirinde aynı kelimeleri kullanmamaya özen göstermiş tekrara düşmemiştir. Sadece ifadeye kuvvet vermek isterken bu yolu kullanmıştır. Şiirlerinde tasvire oldukça fazla yer verir. Köy şairi olduğu için ağız özelliklerine oldukça bağlı kalmış fazlaca mahalli kelime kullanmıştır.
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil, mert belli değil
Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil, dert belli değil
SÜMMANİ
Asıl adı Hüseyin olan Aşık Sümmanî, Erzurum'un Narman ilçesinin Samikale köyünde 1861 yılında doğmuş, 5 Ocak 1915 günü aynı köyde ölmüştür. Samikale köyünden Hasan Ağa'nın oğludur. Önceleri babası gibi çobanlık yapmıştır. Sümmanî yoksul bir kişidir. Saz çalmayı Erzurum'da âşıklardan öğrenmiştir. Kafkasya'yı, İran'ı, Afganistan'ı, dolaştığı, sonunda da sevgilisini bulamadan köyüne döndüğü söylentiler arasındadır. İçten, duyarlı, deyişinde usta bir âşıktır. Bu yüzden halk arasında geniş ün kazanmıştır. Kendi adıyla anılan türkü ağzının sahibidir. Koşmaları ve hayali sevgilisi Gülperi'yi bulmak için yaşadığı maceraları anlattığı Sümmani ile Gülperi hikâyesiyle ünlüdür. Badeli aşıklarımızdandır.
Ervah-ı ezelde levh-i kalemde
Şu benim bahtımı kara yazmışlar
Bilirim güldürmez devr-i alemde
Bir günümü yüz bin zara yazmışlar 
            20. YÜZYIL
AŞIK VEYSEL (1894 -1973)
20. yüzyıl halk şairidir. Şarkışla'da doğup büyümüş, Cumhuriyetin onuncu yılında Ankara'ya gelerek şiirlerini okumuş, bundan sonra ünü yayılmaya başlamıştır. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığıyla gözünü kaybeden şair; genellikle gezgin bir hayat sürmüş; kent kent dolaşarak aşktan, doğadan, kardeşlikten, birlikten, barış içinde yaşamaktan ve insanı insan yapan erdemlerden bahseden şiirlerini saz eşliğinde söylemiş; bu içeriğin halka yakın düşmesi, ona kitlesel bir sevginin doğmasına yol açmıştır. Şiirlerinde insan, yurt, tabiat sevgisini dile getirmiştir. Tasavvuf felsefesinin kazandırdığı hoşgörü anlayışı, şiirinin temellerinden biridir. Şiirlerinde sade bir Türkçe görülür. Kimilerince Halk şiirinin son büyük ustası olarak nitelenmiştir. Şiirlerini Deyişler, Sazımdan Sesler adlı iki kitapta toplamıştır. Son olarak tüm şiirlerin, Ümit Yaşar Oğuzcan tarafından Dostlar Beni Hatırlasın adıyla yayımlanmıştır. Ahmet Kutsi Tecer tarafından edebiyatımıza kazandırılmıştır. Âşık Veysel, 1965 tarihinde Türkçeyi güzel kullanmak ve millî kültüre hizmetinden dolayı dönemin Cumhuriyet hükümeti tarafından 500 lira maaşa bağlanır.
MURAT ÇOBANOĞLU
1940 yılında Kars'ın Arpaçay ilçesinin Koçköyü beldesinde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Karapapak Türklerinden ve asıl soyadı Çobanlar olan Çobanoğlu’nun annesi Lala Hanım’dır ve babası, Aşık Şenlik'in çıraklarından Aşık Gülistan'dır. Babası Arpaçay'ın Koçköyü’nden olup 1920'de Kars'a yerleşmiştir. 1951 'de gördüğü bir bir rüyada bade içtikten sonra ozanlığa başlamıştır. Murat Çobanoğlu 1966 yılından başlayarak sürekli olarak Konya Aşıklar Bayramı’na katıldı. Artvin, Konya, Erzurum ve Mut'ta yapılan yarışmalarda dereceler aldı. Özellikle atışma dalında başarı gösterdi. Aşıklık geleneğinin bir parçası olan türkülü hikâyeler anlatma konusunda da başarılı örnekler veren Çobanoğlu1971 yılında Kars'ta açtığı, özellikle usta-çırak ilişkinden her alanda aşıklık geleneğinin sürdürülmesinde katkısı anlamında bir okul niteliğinde olan Çobanoğlu Halk Ozanları Kahvesi yörenin aşıklar merkezine dönüştü. 1965'e kadar Devrani, 1967'ye kadar Yanani, ondan sonra da Çobanoğlu takma adını kullandı. Kiziroğlu türküsünü tüm Türkiye'ye tanıtmıştır. Son yıllarında televizyon programlarında Karapapak ağzıyla söylediği türküleriyle herkesin beğenisini kazandı.
ŞEREF TAŞLIOVA
10 Nisan 1938’de Ardahan’ın Çıldır ilçesi Gülyüzü köyünde doğdu. 1966 yılından itibaren Kars Radyosu bünyesinde 10 yıl süreyle aşıklara ilişkin programlar hazırladı ve sundu. Konya Aşıklar Bayramı’na başından beri katıldı. Katıldığı yarışma ve festivallerde değişik dallarda birçok ödül aldı. Çeşitli dergilerde folklor yazıları yazdı. 1971 yılından itibaren Amerika’dan Japonya’ya, Avrupa’dan Orta Asya ülkelerine dek birçok ülkede programlar yaptı. UNESCO’nun düzenlediği Dünya Sanat Dizisi adlı etkinlikte Türkiye’yi temsil etti. 1000’den fazla şiiri bulunan Taşlıova, Azeri, Fars ve Anadolu kültürüyle yoğrulmuş bilgi birikimiyle önemli bir kaynak ve değerlerden biridir. 1991’de Müzik-San Vakfı tarafından, 1996 yılında ise Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın sanatçısı seçildi. 2000 yılında Türksav tarafından Türk Dünyasına Hizmet Ödülü verildi. Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin (MESAM) kurucu üyesi ve Teknik Bilim Kurulu Başkanı olan Taşlıova’nın birçok dergi, gazete ve araştırmada aktarılan şiirlerinin bir bölümü HAGEM tarafından Gönül Bahçesi (1990) adıyla yayımlanmıştır.

AŞIK REYHANİ
1932 yılında Hasankale'nin Alvar köyünde doğdu. Asıl adı Yaşar Yılmaz'dır. İran'dan göçen babası önce Kars'a daha sonra Erzurum'a yerleşti. Bayburtlu Aşık Hicrani tarafından Reyhani mahlası verildi. Konya Aşıklar Bayramına aralıksız katılan 7 aşıktan biridir. İran'dan Avrupa'ya birçok ülkede türkü söyleyen Aşık Reyhani, katıldığı yarışmalarda da birçoğu birincilik olmak üzere çeşitli ödüller aldı. 1980'li yılların başında Erzurum'da bulunan Doğu Ozanları Derneğinin başkanlığına getirildi. Aşık Reyhani birçok ülkeye konser ve konferanslara katılmak üzere çağrıldı. Ayrıca ABD'nin Michigan Üniversitesinde katıldığı bir konferanstan sonra kendisine fahri öğretmenlik unvanı verildi.
MAHZUNİ ŞERİF
Kahramanmaraş'ın Afşin İlçesi'nin Berçenek Köyü'nde dünyaya geldi. 1955 yılında, sonradan Ankara'ya nakledilen Mersin Astsubay Okuluna kaydoldu. 1964 yılında ilk plağı ile müzik piyasasına girdi. 1989-1991 yılları arasında Halk Ozanları Federasyonu tarafından Dünya'nın en büyük 3 ozanı arasında gösterildi. Sivas Dramı adlı türküsünü, Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlere ithaf etmiştir. 2001 yılının Kasım ayında kendisine, "Elhamdülillah Kızılbaş'ım ve laiğim. Ben değil, yedi sülalem kızılbaştır. Bir suç varsa o da dedemdedir." dediği için, DGM tarafından aleyhinde dava açıldı. Duruşma 27 Aralık 2001 tarihinde DGM'de yapıldı. Dom Dom Kurşunu, Yedin Beni, Yuh Yuh, Fadimem, Gül Yüzlüm, Ciğerparem, Merdo, Dostum Dostum, Han Sarhoş Hancı Sarhoş, Çeşmi Siyahım, Yalan Dünya, Ağlasam mı?, Abur Cubur Adam, Katil Amerika ve Ekmek Kölesi gibi eserleriyle tanınan Aşık Mahzuni'nin türkülerini İbrahimTtlıses’ten Ahmet Kaya'ya, Mahsun Kırmızıgül'e Murat Göğebakan'dan Selda Bağcan'a kadar birçok Türk halk müziği ve bazı pop müzik sanatçıları da okumuştur. 
NEŞET ERTAŞ
Babası saz ustası Muharrem Ertaş, annesi Döne Hanım’dır. Annesinin ölümünden sonra babası ve kardeşleriyle birlikte köye yerleşmişlerdir ve çocukluğu bu köyde geçmiştir. Ertaş, ilkokula gittiği yıllarda önce keman sonra da bağlama çalmayı öğrendi. Babası Muharrem Ertaş ile birlikte yörenin düğünlerinde sazı ile çalıp sesi ile türküler söylemeye başladı. Ertaş, etkilendiği tek kişinin babası Muharrem Ertaş olduğunu söyler. Kendi ifadesi ile bunu şu şekilde ifade eder; "Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız." İlk plağını "Neden Garip Garip Ötersin Bülbül" adı ile babası Muharrem Ertaş'a ait bir türküyle çıkardı. Demirel zamanında kendisine sunulan 'devlet sanatçılığı' unvanını: "O dönem Süleyman Demirel Cumhurbaşkanıydı. Devlet sanatçılığı bana teklif edildi. Ben, 'hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor.' diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım, bir tek TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım." diyerek geri çevirmiştir. Halk bu tavra destek vermiş ve Neşet Ertaş adeta yaşayan bir efsane olmuştur. Unesco Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi kapsamında yapılan ulusal envanterlerden Yaşayan İnsan Hazineleri Türkiye Ulusal Envanter’ine alınarak yaşayan insan hazinesi kabul edilen Ertaş, 25 Nisan 2011 tarihinde İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne layık görülmüş, bağlamadaki tavrı ve türküleri konservatuarlarda ders olarak okutulmuştur. 25 Eylül 2012 tarihinde İzmir'de tedavi gördüğü hastanede ileri evrede prostat kanseri nedeniyle yaşamını yitirmiştir. Türk halk müziğinde bir ekol olarak kabul edilen Kırşehirli ozan, bozlaklarıyla meşhurdur. Babası Muharrem Ertaş'ın eserlerinin yanında Zülüf Dökülmüş Yüze, Gönül Dağı, Mühür Gözlüm, Mapusanelere Güneş Doğmuyor, Bağa Gel Bostana Gel, Zahidem gibi nadide eserleri vardır.
GELENEKSEL TÜRK TİYATROSU
KÖY SEYİRLİK OYUNLARI
Seyirlik köylü oyunları, belirli metinleri olmadan ve belirli günlerde köy çevrelerinde köylüler tarafından geleneksel birtakım tiyatro kuralları takip edilerek yapılan gösteri ve eğlencelerdir.
* Bu oyunlar köylülerce uzun kış aylarında özellikle düğünlerde, bayramlarda eğlenmek amacıyla düzenlenir. Oyuncuları, bu işi meslek edinen kişiler değildir, halktır. Anonimdirler.
* Kapalı veya açık mekanlarda oynanabilirler.
İhtiyaca göre değişen çok basit aksesuar, makyaj ve kostüm fikri vardır. Özel bir dekor yoktur.
* Oynanan yer, genellikle köy meydanı, uygun bir bahçe veya su kenarı ya da evdir. Tarla ya da harman yeri de olur.
* Genellikle erkekler kadın kılığına girecekleri zaman başörtüsü ve uzun elbise; hayvan kılığına gireceklerse de hayvanın postunu giyerler.
* Meydanın aydınlatılması önem arz etmez; bu işi lüks veya gaz lambaları görür.
* Oyunlarda müzik önemli bir unsurdur. Davul, zurna, keman, tef vb. aletlerden yararlanılır.
* Yöreye özgü oyunlar ve türküler bu oyunun birer parçasıdır.
* Köy seyirlik oyunları, doğanın canlandığı; üreme, hasat gibi olayların gerçekleştiği; mevsim değişikliklerinin yaşandığı zamanlarda oynanmaktadır.
KARAGÖZ
Gölge oyunu adı da verilen Karagöz oyunu, çıra, mum, lamba gibi aydınlatma kaynağı ile yarı saydam bir perdeden yararlanılarak oluşturulur.
* Çin, Hindistan ya da Endonezya gibi Uzakdoğu ülkelerinden birinde ortaya çıktığı ve oradan 13.yy.dan itibaren Araplar eliyle Batı’ya yayıldığı yaygın görüştür.
* Türk halk tiyatrosunda ise Karagözle ilgili bir Bursa efsanesiyle karşılaşıyoruz. Sultan Orhan Dönemi’nde Ulu Camii’nin yapımında demirci ustası Kambur Bali Çelebi (K.göz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacivat)  arasındaki nükteli konuşmalarına dayanır.
* Karagöz’ün kurucusu olarak Şeyh Küşteri kabul edilir.
* Karagöz oyununda yazılı bir metin yoktur. Gelenek içinde oyunlar kalıplaşmıştır.
* Karagözcülerin en etkili olduğu zaman ramazanlardır.
* Karagöz tek kişinin icra ettiği bir gösteridir.  Fakat yardımcıları vardır: Karagöz ustasına “hayali ya da hayalbaz”, yardımcısına “sandıkar”, şarkı, türkü söyleyene “yardak”, tef çalana”dayrezen” denirdi.
* Klasik Karagöz takımında genellikle 6 kişi olurdu.
Karagöz oyunlarında “karakter” yoktur. Kahramanlar birer “tip”tir.
* Karagöz: Giriş, Muhavere, Fasıl ve Bitiş olmak üzere 4 bölümden oluşur.
* Karagöz “Off, hay Hak! diye perdeye girerdi.
* Genellikle Hacivat’la Karagöz’ün atıştığı bölüm Muhavere bölümüdür.
* Bebe Ruhi, Tuzsuz Deli Bekir, Laz, Çelebi, Arnavut, Yahudi, Külhanbeyi, Arap, Acem, Esrarkeş… ikincil kahramanlardır.

MEDDAH
Meddahın kelime anlamı “övücü, methedici”dir. Meddah, birçok kişinin içinde bulunduğu bir olayı tek başına anlatan bir oyuncu(aktör)dur.
Mimik ve şive taklitleriyle birçok kişinin bir kişi tarafından canlandırılması demek olan meddahlık, en önemli dramatik sözlü sanat ürünlerimizdendir.
 Meddah bir sandalyeye oturarak hikaye anlatır. Repertuarını ise günlük olaylar, masal-destan-hikayeler oluşturur.
**Karagöz ve Orta oyunu bir güldürü oyunudur. Oysa Meddah çok daha zengin kaynaklara dayanan daha zengin hikaye dağarcığına sahiptir ve gülmecenin yanı sıra her türlü havayı, mizacı ele alabilir.
*Meddah seçtiği konulara göre benzetmeci ve gerçekçi modern tiyatroya daha yakındır.
*Orta oyunu ve Karagözde seyircinin oyunla kaynaşması, kahramanlarla kendilerini özdeşleştirmeleri yoktur; tam tersine seyirciyle oyun arasında soğuk bir duvar vardır. Meddahta ise özdeşleşme vardır.
*Meddahın iki aracı vardır:
  Mendili başörtüsü ya da şapka yerine kullanır.
  Sopayı ile ise yere vurarak oyunun başladığını haber vermek, kapı çalındığını bildirmek gibi çeşitli sesler çıkarmada kullandığı gibi onu saz, tüfek ve süpürge gibi çeşitli araçların yerine de kullanır.
*Meddah 4 bölümden oluşur:
  Başlangıç, Açıklama, Senaryo, Bitiş.
*Meddah oyuna “Hak dostum hak!” diye başlar. Ardından “divani”ler okur.
*Meddah bütün ustalığını Senaryo bölümünde gösterir. Ustalıktan kasıt ise Türkçeyi yeri geldiğinde bütün ağızlarıyla kullanmak, atasözleri ve deyimlere yer vermektir.
*Meddah seyirci odaklı bir oyundur. Seyircinin coşkusu ve arzusu meddahım uzamasını ve zenginleşmesini sağlar. Karagöz’de bu yoktur.
*Meddah geleneği içinde müzik ve dans da kullanılan diğer argümanlardır. Ayrıca kostüm ve aksesuar da kullanılan diğer ögelerdir. Meddahların yanlarında çalgıcı bulunabilir.
ORTA OYUNU
Orta oyunu dört bir yanı seyirciyle dolu meydanın ortasında, belli bir konu çerçevesinde fakat herhangi bir yazılı metne bağlı kalmadan canlı oyuncular tarafından doğaçlama olarak oynanan geleneksel seyirlik oyundur.
*Oyuncu kadrosu oldukça geniş olan orta oyununda müzik, dans, şarkı, taklit ve konuşmalardan oluşur.
*Orta oyunu sözcüğü ilk defa 19. yy.da kullanılmıştır. Bundan başka taklit oyunu, zuburi, meydan oyunu, kol oyunu ve komedya da denmiştir.
*Oyuncuların çoğu esnaflıktan gelmedir. Yani hem mesleğini yaparlar hem de oyunları sergilerler.
*Her orta oyununun bir “kolbaşı”sı vardı. Bunlar
Kavuklu ya da Pişekar olurdu.
*Kavuklu ve Pişekar dışında Yahudi, Rum, Çingene ve Zenne rolleri de vardır.
Orta Oyunu Meydanı:
*Sandık odası:
Oyuncuların kostümlerinin bulunduğu yer.
Kapı: Oyuncuların meydana girip çıktıkları bölüm.

Çalgıcıların yeri
Dükkan: Kavuklunun dükkan olarak kullandığı 70cm yüksekliğindeki paravan.
Meydan: Oyuncuların onadığı yaklaşık15x25 m2lik alan.
Yenidünya: Ev, hamam gibi mekanlar olarak kullanılan yaklaşık 1,5 metre yükseklikte tahtadan yapılmış kafes. İçinde 2-3 tane iskemle vardır.
Mevki: Erkek seyircilerin bulunduğu bölüm.
Kafes: Kadın seyircilerin bulunduğu bölüm.
Parmaklık: Seyirci ile oyun meydanını ayıran bölüm.
Orta Oyunu Bölümleri ve Tipler
Orta oyununda bölümler tıpkı Karagöz’de olduğu gibi “giriş, muhavere, fasıl ve bitiş” olmak üzere 4’e ayrılır.
*Bazı oyunlarda ince saz da bulunur, asıl oyun başlamadan önce meydana köçekler, çengiler ve curcunabazlar gelirdi.
*Muhavere bölümünde Kavuklu ve Pişekar birbiriyle söz ustalığı bakımından yarışırlar. Hazırcevaplık önemlidir. Muhavere 2 alt bölümden oluşur:
    1. Arzbar: Kavuklu ile Kavuklu-arkası’nın tıpkı Karagöz’de olduğu gibi çekişmesinin ardından Kavukluyla Pişekar konuşur ve tanıdık çıkarlar.
    2. Tekerleme:  Kavuklu olağanüstü bir olayı başından geçmiş gibi anlatır.
*Fasıl bölümü, asıl konunun anlatıldığı bölümdür. Orta oyununda oyunlar bu bölümde işlenen konuya göre ad alırlar. Konuların büyük bir bölümü Karagöz geleneğinden alınmıştır. Kişiler karakter değil tip’tir.
*Laz; gevezeliği ve aceleciliği, Yahudi; korkaklığı ve paraya düşkünlüğü, Acem; abartıcılığı temsil eder.
*Daima meydana ilk giren ve meydandan son çıkan Kavuklu’dur. Kavuklu, oyunun baş komiğidir.
*Karagöz = Kavuklu, Hacivat = Pişekar
*Orta oyununun sabit aksesuarı “pastav”dır.

KUKLA
Tahta, alçı, mukavva ya da bezden yapılmış; elle, iple veya sopayla oynatılan küçük bebeklere “kukla” denir.
*İlk kuklanın ne zaman ortaya çıktığı bilinmiyor. Ama tıpkı gölge oyunları gibi Çin, Endonezya ya da Hindistan kökenli oldukları aşikar. Temelinde Budizm vardır.
* Divanü Lügati’t-Türk’te “kadburcuk” diye geçmektedir.
* Türk kuklacılığında 2 önemli tekniği vardır:
    -El kuklası(kol kurçak)   -İpli kukla(çadır, hayal)
*Türk kuklasında toplamda 9 teknik söz konusudur:
El kuklası, ipli kukla, iskemle kuklası, araba kuklası, dev kuklası, köy kuklası, ayak kuklası, yer kuklası, canlı kukla.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder